Türkler Nasıl Müslüman Oldu

Nasıl Müslüman olduğumuzu genellikle sormadık kendimize. Çünkü, İslamiyeti “ Din ve hidayet aşkıyla” kendiliğinden benimsediğimiz yolunda koşullandırıldık. İslam dininin yayılışı misyonerlikle değil “hançerlerin ucunda olduğu”. Tarih gerçekleri, İslam dinini bu topraklarda insanın bilincine kanla, katliamla girmiştir. Halife Süleyman, Yezid b. Mühellebi Horasan’a Vali atar(716). Horasan Valisi olan Yezid, Harzem’den ele geçirilen esir Türk’leri, kendi askerleri üşümesin diye soyup donarak öldürten Yezid’dir. 

Oysa, doğruyu aradığımızda, Müslümanlaştırılma tarihimizin insanı korkutan bir vahşet süreci olduğu soğuk gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Resmi ve geleneksel söylem ise bu gerçeği ısrarla gizlemeğe çalışıyor.

Okuduğumuz bu kitabın öncelikli önemi tarihimizin, sağcı ve resmi güçler tarafından nasıl çarpıtıldığını, kendilerine sorunlu gelen alanları nasıl tarihten silmeye çalıştıklarını, müslümanlaştırılmamış örneğinde göstermiştir. Türk – İslam sentezinin de, “ milli ve manevi değerler” maskesi altında bizi kendi tarihimize, insanlığımıza ve insanlığın ulaştığı çağdaş değerlere yabancılaştırmaktan başka anlam taşımadığını gösteriyor. Dolayısıyla bu kitap, inanç alanından çıkarılıp, iktidar aracına dönüştürülen bir İslamiyet anlayışının, yani  İslamcılığın, huzur ve kardeşlik değil, hak ve özgürlüklerimize karşı süreğen bir yabancılaşmaya yol açtığını görüyoruz.

Tüm iktidarların, hükümdarların yaptıkları kötülükler çok güzel bir örnektir ; Oğuzlardan bir Türk, birlikte yola çıktıkları İslam misyoneri İbni Fadlan’a yakınmış : “Başbuğ ( halife) bizden ne istiyor ? Öldürecek bizi bu soğukta. Ne istediğini bilsek, hemen verir kurtulurduk” demiş. İbni Fadla buna cevap olarak,  bütün isteği “ Allah’tan başka Tanrı yoktur demeniz” diye karşılık verince, Türk gülmüş :” doğru olduğunu bilsek, söylerdik” demiş.”  ( İbni Fadlan’ın seyahatnamesinden).

İşte resmi ve geleneksel söylemin ısrarla gizlemeğe çalıştığı bu gerçeğin aydınlığa kavuşturulması, şeriatçılığın, Türkiye’nin orta yeri Sivas’ta insanlarımızı yakabilecek denli pervasızlığı günümüzde her zamankinden büyük önem taşımaktadır. Çünkü, Türk’lerin “hidayet aşkı ve coşkuyla” Müslüman oldukları önyargısı, kişiyle Tanrı’sı arasındaki o saf ilişkiyi istismar ederek toplumumuzu 7. Yüzyıl karanlığına götürmeğe çalışan şeriatçıların en temel ideolojik gerekçelerinden birini oluşturuyor. Bu koşullarda Müslümanlığı, şeriatçı bir siyaset düzeyinde kurumlaştırmaya çalışanların aksine siyasal ve sosyal hayatı boğmayan kişisel bir inanç tercihi olarak kurumlaştırabilmek için tarihsel gerçeklerin de bilince çıkarılmasına ciddi bir gereksinim vardır. Türk’lerin nasıl müslümanlaştırıldığının öyküsünü anlatan bu çalışma, işte böyle bir amaca katkısı nedeniyle de önemlidir. 

Kitabı okurken daha da net görebileceğimiz gibi, İslam dininin yayılışı misyonerlikle değil “hançerlerin ucunda olduğu” gerçeği görülüyordu. Güç ve zaaf, ideolojinin kendisinde, diğer ideolojilerle girdiği barışçıl mücadelelerde değil, kılıçlarda ve merkezi güçte belirleniyordu. İslam tarihinin başlangıcından başlıyarak bütünü incelendiğinde, rahatlıkla görüleceği gibi, İslamın yayılması maddiyattan arındırılmış bir amaç değil, tamamen talan ve sömürü olmuştur. 

Tarihte ilk sömürgecilik, Arap’larla başlamıştır. Türk işkallerinden  çok daha önce, bizzat “Asrı Sadet” Halifesi Ömer zamanından başlıyarak 642’de kılıçlarla ele geçirilen Mısır’ın işgali sonrasında ilk iş Kıptilerin İslamiyete kazanılması değil, ülkenin talan edilmesi ve ardından en verimli topraklarına el konularak oralara Arap’ların yerleştirilmesi olmuştur. 

Gerçi, talancılık eski Türk kültüründe de vardı ; ancak o talancılık hem ekonomik ihtiyaçtan kaynaklanıyordu hem de onu Tanrısal düzeyde kutsayarak kalıcılaştıran, uygarlaşmaya ve yerleşik konum almaya bağlı olarak aşılmasını engelleyen bir ideolojik gerekçelendirmeye sahip değildi. İslamiyatin gelişiyle bu hak ihlalciliği, “Tanrı’nın emri” insanları “ Hidayete erdirmenin” gereği gibi bir kılığa bürünüverdi ve kurumlaştı. Böylece atalarımız, dış saldırganlığın insan kimliği üzerinde yaratacağı vicdani rahatsızlıktan bütünüyle kurtulma yolu buldular; İşgalleri “Allah adına” yapıyorlardı, talan malana da “Allah’ın meşru kıldığı” ödüllerdi. 

Tarih gerçekleri, İslam dinini bu topraklarda insanın bilincine kanla, katliamla girmiştir. Kılıç zoruyla İslam dinini benimsetmişlerdi. Bununla da yetinmeyip, Arap’ları, Acem’leri ve farklı inançtan olan Türkmenleri katletmekten çekinmeyen egemenlerin tarih bilincinin, bize insanlık değerleri açısından vicdani yükü çok ağır bir miras bıraktığı açıktır. Eğer bu coğrafyada gönüllü bir birlik ve beraberlik yani toplumsal kardeşlik istiyorsak, evrensel normların insanlarımız arasında daha da yaygınlaşmasını sağlamak durumundayız. 

Esasen her şeye kadir amam bağışlayıcı ; hoşgörülü bir Tanrı imgesi İslamiyette varken bunu şeriatçı ve 7. Yüzyıl Arap geleneklerine biçimlendirilmiş doğmalar bütünü olarak insanlığa dayatmaya çalışılmıştır.  Siyasal İslamiyet (şeriatçılık) kişiyle Tanrı’sı arasındaki ilişki insanlarla insanlar arasındaki her türlü ilişkiden tutun da devletler arası ilişkiler, ekonomi, siyasi vb. her alana, hem de ağır cezai yaptırımlarla bu işler yürütülmüştür. Çünkü, İslamiyet Peygamber’in ölümünden sonra Halifelik  yoluyla devletleştirilmiştir. “Allah adıyla” telaffuz edilmeğe başlanmıştır. Böylece ortaya kapsamlı (İlkel koşulların ihtiyaçları ve anlayışlarınca biçimlenmiş) bir hukuk çıkmıştır. 

İşte bugün bu ilkel hukuku kullanarak devlet ve toplumu yönetmek iddiasınca biçimlenen şeriatçılık ; özgürlüklere, eşitlik fikrine, demokratik yönetim anlayışına, uluslar arası barışa karşı olmuştur. Buraya kadar okuduklarımızdan, kıssadan hisse çıkaracak olursak; Bir sosyo – ekonomik proğram olarak dinin, günümüzde rahatça uygulanabilir koşulları yoktur. Sokaktaki insanların şaşkına uğratılmış bilinci ve korkuları temelinde iktidar olması halinde, onun üreteceği şey antidemokratik bir yaşam, önyargılar, kültürel gerileme sebep olmuştur. Niçin mi ? İnsan yaşamının iplerini ellerine alanlar mezhepler – tarikat ve parti liderleridirler. İnsanları kullaştırmağa, insanı insana kul etmeğe çalışan bir şeriat sistemi içinde yaşamağa çalışıyorlar da ondan.

Türk uygarlığının en verimli toprakları olan Seyhun ve Ceyhun nehirleri arasında kalan bölgelerdir. Buraya Güney Türkistan derlerdi. Ancak Türk Tarih kitaplarında buralara  “Maveraün Nehri” diye adlandırılırdı. Eski Güney Türkistan’ın kaşla göz arasında “Maveraün Nehri” oluvermesinin hikayesi, tıpkı Kızılderili yurtlarının “Amerika” oluvermesinin hikayesi gibidir. Eski Güney Türkistan’ın “Maveraün Nehri” ( Türkçesi: “ nehrin öte tarafı”yani Arap’a göre Ceyhun’un ötesi olan topraklar) adını alması da oraya silah zoruyla el koyan Müslüman Arap’ların tercihi olmuştur. 

İslam toplumunun yüz karası ve insanlığın onuru açısından canlı bir örnek :
1 – İslam toplumunun özelliklerinden biri de onun bir köleci toplum olmasıdır.
2 – İslam eğemenliğine giren topraklar köle ticareti ve köle tacirleri cennetidir.
3 – Tarım ve diğer ekonomik yaşamın gelişini köle gereksinimini, bu da köleliği meşru addeden İslam toplumunda köle ticaretinin ve avcılığının gelişmesini sağlıyor.
4 – İnsanı köle yapmayı hazmedebilen her köleci toplum gibi İslami toplumda da köleler, bütün siyasi ve sosyal haklardan yoksun, ağır koşullarda çalıştırılıyor.
5 – Kölelerin bu ağır koşullara karşı meşru ayaklanmaları, her köleci devlette olduğu gibi İslam Devlet açısından da, “güvenliği tehdit” eden, “Tanrı’nın iradesine karşı çıkan” “gayri meşru” bir unsur olarak kabul ediliyordu. 

Sevgili okurlar, Hz. Muhammed, Allah  adına insan sevgisi, hoşgörü, güzellikleri ve adaleti yayabilmek için 23 yıl  çabaladı. O’nun sağlığında inanmış gözükenler, ölümünün hemen sonunda yeniden eski yollarına devam ettiler. Bunu da Allah adına uyguladılar. Böyle bir adaletsizlik olur mu?
İnsanlığa “hidayet rehberi” götürüyorlarmış. İnsanları keserek, yakarak, yıkarak, köle ve cariye yaparak, mallarına el koyup insanlık hukukundan “üstün” ve “adil” olduğu varsayılan hukuk gereğince aralarında paylaştırarak islamı yaymağa çalışmışlardır. Dünya tarihinde Buda, Mani, Zerdüşt, Hırıstiyanlık ve Yahudilik dinleri Türk’lerin arasına barışçıl yollardan girmesine karşın İslamiyet, istisnasız her yere zorla, kan dökerek girmiştir. Bu dinlerin hiçbiri bir devlet ve işgal ordusu dini olarak girmemiş olmasına karşın İslamiyet, igal ordusunun zoruyla ve devlet dini olarak girmiştir.

Arap’ların MS.650 lerdeki ilk akımlarıyla başlayıpta Türk boylarının 950 – 1000 yıllarındaki dönüşümüne kadar, yani 300yıllık mücadeleler sonrasında kısmen sonuçlanan, korkunç trajedilerle örülmüş, zorla ele geçirilme süreci yaşanmıştır. Arap’lar zorla 8. Yüzyılın başlarında Ceyhun ile Seyhun Nehirleri arasındaki bölgeleri işgal ve sömürgecilik yoluyla ele geçirmişler. Binbir zorluklarla da orada yaşıyan Türk toplumlarını müslüman yapmağa zorlamışlardır.  Göçebe yaşamı bırakıp, yerleşik yaşama geçmiş ve ticaretle uğraşmakta olan Araplar arasında kısa zamanda eğemenlik sağlayan İslamiyet , göçebe Araplar arasında aynı etkinlikle benimsenmemiştir. İşte pamuk ipliğine balanmış gibi bir inançtı. (632)de Muhammed’in ölümüyle bu iplik bağı koptu. Özellikle Bedevi Araplar, kendi içlerinden çıkacak yeni Peygamberlere inandıklarını açıklayıp onların etrafında toplanmaya başlayacaklardı. 

Arap toplumu Muhammed’in ölümüyle çok ciddi bir otorite bunalımıyla karşı karşıya kaldılar. Bu durum ise İslamiyetin bundan sonraki kaderini tayin edecek bir dönüm noktası oluşturdu. İslamiyette daha çok bütünleşmiş olanlardan bir bölümü ( daha saf görünenler, Ali, Abbas, Evs, Usame gibileri) Peygamberin cenazesiyle meşgulken diğer bölümü (Ebu Bekir, Ömer, Sad b. Ubade, Ebu Ubeyde, Abdurrahman b. Avf, İbni Hisam gibileri) ise cesedi bırakıp Saide Oğullarının Çardağında ( Sakiyfe) yeni Halifenin kim olacağına ilişkin pazarlığa giriştiler. 
Sakiyfe’deki tartışmanın sonunda, Ömer’in estirdiği terör ortamında muhaliflerini sindirerek Ebu Bekir’i de iktidara getirdi. Böylece Halifelik Saltanatıyla da İslam yozlaştı. Ebu Bekir’in Halifeliği boyunca süren iç şiddet ortamının sonunda İslamiyet, Arap Yarımadasında nihayet tek din haline geldi. Bunu sorgulamaya kalkacak olanları karşılayacak biricik araç kılıç oldu. 

Halid b. Velid , işkal ettiği toprakların halkına diyor ki: “Müslüman olduk ve Allah bize bu yetkiyi verdiği için, şu andan itibaren bu topraklar artık bizim oldu. Burada yaşayabilmeniz için ilk seçenek dinimizi kabul edecek, bizlerle birlikte savaşa katılacaksınız . Bizlere haraç vereceksiniz, yoksa günah bizden gider” diyerek gözdağı veriyor.  İslami hukukta fitne ortadan kalkıp din yalnızca Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayıp, bulduğunuz yerde öldürün ve hiçbirini dost ve yardımcı edinmeyin. Emeviler, savaşlara çıkınca dini yaymaktan çok, talana, yağmacılığa önem veriyorlardı. Bunu için dini kullanıyorlardı. İslamı kabul edersen öldürülmeyeceksin. Ancak vergi ödeyeceksin. Tanrı’yı kendine kılıf yapıp çıkar ilişkileri aramak gerekiyordu. Tarih boyunca gerçekleştirilen pek çok fethin gerekçesi hep böyle “kutsal” değerler olarak gösterilmiştir.

Yazar ve Tarihci Erdoğan Aydın'nın  Nasıl Müslüman Olduk kitabından özetlenmiş kesintiler. Bu önemli bilgileri iki ayrı başlık  altında vermeye çalışacağız.İlk bölümü yukarıda olduğu gibidir.

Kitabın adı : TÜRK’LER  NASIL  MÜSLÜMAN  OLDU ?
Yazarı : ERDOĞAN  AYDIN
Özetleyen : Zeynel Abidin Haydardedeoğlu