Türkiye de ne kadar Alevi var

Türkiye, halkının yüzde 98’i Arap etkisinde kalmış
bir islam toplumu mudur?

Hükümet ve belirli kesimler sıkça Türkiye’nin %98’inin Müslüman olduğunu savunurlar. Türkiye gerçekten çoğunluğu Araplaşmış islamiyeti benimseyen bir toplum mudur?

Öyleyse, Türkiye’nin yüzyıllar öncesine dayanan kültürel mozaiğinden nasıl sözedeceğiz?
Bir diğer önemli konu da, özellikle 11 Eylül saldırılarının ardından yükselen islam korkusu ve karşıtlığının yanısıra, batının Türkiye’nin gerçek birleşimci toplumsal dokusuna duyarsız yaklaşımıdır.  

Türkiye yıllardır müslüman ülkeler arasında laik ve çağdaş yapısıyla farklılık gösterirken, yakın zamana kadar bu özelliğinden ötürü öğünmüştür. Bu laik yapının oluşturulması ve gerekse korunmasında büyük pay sahibi olan Alevilerin, Türkiye toplumunun kültürel ve inanç çeşitliliği ve zenginliğindeki rolü yaşamsaldır. Bu gerçek gözönüne alındığında şu sorular gündeme gelmektedir;

  • Aleviler, araplaşmış tek tip islam kültürünün içinde mi değerlendiril mektedir?
  • Türkiye yüzde 98’i müslüman olan bir toplum denildiğinde, aleviler bu hesaplamaya dahil edilmekte midir?

 Kuşkusuz, alevileri böylesi bir tanım içinde bu orana dahil etmek tümüyle gerçek dışıdır. Bunu savunan gerek resmi ve gerekse dinci kesimler aslında Aleviliği ve onun farklılıklarını yok sayarak bu oran içinde göstermeye çalışmaktadırlar.

Alevi felsefesinin Anadolu’yla ilk tanışmasının 12. yy’a uzandığı tartışma götürmez bir tarihi gerçektir. Anadolu’ya, Türk dünyası’nın ilk dil bilimcisi ve Türk Tasavvuf Edebiyatının Hocası olan Ahmet Yesevi’nin bu dönemde derlediği  “Divanı Hikmet” ‘de (Yazılı Kuran” yerine “Konuşan Kuran” olarak da bilinir) ifadesini bulan öğretiler ışığında, büyük Türk düşünürü Anadolu erenlerinin piri  Hünkar Hacı Bektaş önderliğinde gelmiştir. Yunus Emre, Taptuk Emre, Mevlana, Abdal Musa, Hacı Bayram, Hacı Kurban Veli gibi erenler bu gönül seferberliğini, “Divanı Hikmeti”i, tüm Anadolu’ya yaymışlardır. 

Daha sonraları bu düşünce 15. yy’da başlayarak 16 yy.da Alevi Türkmen erenleri Sarı Saltuk, Kızıl Deli, ve Balım Sultan gibi Alevi dervişleri aracılığıyla doğu Avrupa, Makedonya, Arnavutluk ve Yunanistan’a kadar taşınmıştır.  

Özüne bakıldığında Aleviliğin,  ortaçağda Süleyman Aleyhiselam düşüncesinin güncelleşerek Türk kavimlerinin inanç kültürleriyle kaynaşmasıyla ortaya çıktığı görülür.  Alevilik, daha sonraki çağlarda Türklerin en eski inancı olan Şamanizm yanında, Budizm, Musevilik ve Hristiyanlığın etkilerini İslamiyet içinde harmanlayarak dinler üstü bir düşünce haline gelmiştir.  Bütün insanlığı kucaklamayı ilke olarak kabullenen Aleviliğin en temel ilkeleri cömertlik, hoşgörü, doğruluk ve dürüstlüktür. Bunların ötesinde, akıl ve bilimi esas alarak evrensel barış ve kardeşliği savunup “Divanı Hikmette” bütünleşmiştir.  

Son zamanlarda Türkiye’de farklı kültürlerin varolduğunun ve birarada yaşandığının inkarına tanık olmaktayız. Taraflı ve kasıtlı haber ve yazılarla ne yazık ki basınımızın bir bölümü de, tarihimizin çarptırılmasına ve bu konudaki duyarsızlıklara ortak olmaktadır. 

Bu konuyla ilgili ilk akla gelen sorular da şunlar olmaktadır: 

  • Batı bu konuya nasıl yaklaşmaktadır? Gelişen İslam korkusuyla Türkiye’de tüm toplumu bağnaz ve gerici olarak mı değerlendirmektedir?
  • Türkiye’de bilim adamları, özgün kültür savunucuları, yazarlar, yerleşik kültür ve inanç farklılığını nasıl değerlendirmektedir?
  • Atatürk devrimlerinden sonra kendini laikliğin ve yeniliğin savunucuları olarak gören bilim adamları ve yazarlar Türkiye’de gelişmelerden son derece kaygı duyan suskun çoğunluğun duygularını yansıtabiliyorlar mı?

İslam ülkelerindeki bağnaz yönetimler ile islam korkusu olan Batı görünüşte birbirlerine çok uzak ve hatta düşman olarak algılanmaktadır. Peki gerçek bu mudur?

Aslında Batı’nın birçoğuyla siyasal ve ekonomik çıkarları vardır ve bu bağlamda işbirliği içindedir. Bir diğer önemli nokta, önyargılar ve çıkarlar açısından da farklı değil, özdeştirler denebilir. Ayrıca batının bu önyargıları kendi ulusal yararları doğrultusunda kullanarak, toplumları yoksulluğa, acılara ve tutsaklığa mahkum ettiği de halen yaşanan örnekleriyle bir diğer çarpıcı gerçektir.

Bu gerçeğe her kesimden çeşitli bilim adamları ve yazarların ya çıkar ya da statü sağlamak için gözlerini kapamalarına ve olayları ve gelişmeleri çarptırarak, toplumları yanlış yönlendirmelerine ne yazık ki sıkça rastlamaktayız. Bu çerçevede, Türkiye genelindeki toplumsal farklılıklar da bu kesimlerce gerçekler değil, bazı ülke ve sınıfların istekleri doğrultusunda ele alınmaktadır.
 
İsterseniz bu talihsiz görüş ve değerlendirmeler arasında yeralan ve temel konumuz olan toplumumuzun yüzde 98’ini kimlerin oluşturduğu sorusuna dönelim ve ilk akla gelen bazı gerçekleri sıralayalım:

  • Türkiye’de  toplumun yüzde 40’ı ki alevilerdir. Bu rakama sünnüleşmiş alevilerde dahil  ve diğer yüzde 60’ı ile farklı biçimde benzer geleneksel değerleri paylaşıp, buna uygun bir yaşam biçimi sürmektedir.
  • Yüzde 60’lık bölüm içinde ise ancak yarısı Arap etkisinde olan İslamı uygulamaktadır.
  • Yüzde 40’ın hemen tümü, yüzde 60’ın da bir bölümü Arap İslamının öngördüğü gibi günde 5 vakit ibadet yapmamakta, 30 gün Ramazan orucunu tutmamaktadır.
  • Yine bu kesim Haca gitmeyi önemsemez ve gönül tirbesinde Hac ibadetini yapar.
  • İbadet sürecinde müzik İslamda yasak iken Aleviliğin konuşan kuranı olmuştur.
  • Alevi cemlerinde ibadet konuşan TELLİ DUALLARLA yapılıp, duaçlamaları tamamen anlaşılmayan Kuran dilinde olmadan ÖZ TÜRKÇE’yle yapılmaktadır.
  • İslamda yasaklanmış kadın hakları Alevilikte kutsallaştırılmıştır.
  • İslamiyetde tüm yaşam alanlarında kadın yoksayılırken , Alevilikte yüzyıllar öncesinden gelen Türk geleneğiyle özdeşen “ANA ERKIL”  yapı ağırlıktadır.
  • İslam anlayışında din dışında eğitime büyük çoğunlukla karşı çıkılırken, Alevilikte İmanın “Akıl” ve Dinin de “Bilim“ olduğu bir gerçektir.

 Sadece bir bölümünü dile getirmeye çalıştığımız tüm bu farklılıklar gözönüne alındığında, halen toplumumuzun yüzde 98’nin tek bir müslümanlık tanımı içine sokulmaya zorlanması nasıl inandırıcı olabilir.

Alevilik ve diğer farklı kültür ve inançları tek bir kalıba sokarak islamiyetin bir parçası olarak gösterilmesi çabaları, kuşkusuz sosyal alanlarda da bu çarpık anlayışın çeşitli uygulamalarını da gündeme getirmektedir.

Her şeyden önce din işlerinden sorumlu en yüksek kamu kurumu Diyanet İşleri Genel Müdürlüğü bu anlayış doğrultusunda, devletin sünni olduğu ve bu toplumda alevilerin varolmadığı kabulüyle işlev görmektedir. Zaten aleviler, Cumhuriyetimizin başlangıç dönemleri dışında yaklaşık 600 yıldır yoksayılmışlar ve çoğu sosyal haklarından yoksun bırakılmışlardır. Yıllardır nüfus kimliklerinde din hanesinde islam, mezhep bölümünde de hanefi ibaresine yerverilmesi bunun çok çarpıcı örneğidir.

Peki, bu talihsiz gelişmelere karşı Türkiye’de özgün kültüre sahip çıkanlar, yazarlar, bilim adamları bunca yıldır ne yaptılar?
Tabii ki, hiç bir şey!. Yıllarca uzaktan izlediler.Peki, Batı dünyası ne yaptı? Onlarda geri çekilip gelişen olayları uzakdan mı izlediler?

Ne yazık ki, gerçek tam da böyle. Onlarda duyarsızlığı tercih ettiler. Bu duyarsızlık son zamanlarda gelişen İslam korkusuyla daha da yoğunlaştı. Ne varki, Türkiyenin içinde bulunduğu jeopolitik konum hem batıyı hem de doğuyu doğrudan ilgilendiriyor. Mevcut iktidar altında (AKP) Atatürk’den miras kalan laik devlet yapısı tehlikeye girdiği günden buyana, devlet tarafından uygulanan baskı ve çeşitli oyunlara, kendilerini demokrat ve çağdaş olarak adlandırıan kesimler alevilerle birlikte tavır almak zorundadırlar.  

Laik düzenin yaşayabilmesi için ortak tutum ve eylem birliği içinde olmaları yaşamsaldır. Aksi durumda, Türkiye iyice karanlığa çekilecek ve o zaman bu gidişi engellemek için çok geç kalınmış olacaktır. 

Doğuya karşı tampon bölge olarak Batının Türkiye’ye ciddi bir şekilde gereksinimi vardır.  Batı alevilerin bulunduğu coğrafyaya yaptıkları katkıları görmezden gelmeye devam ederlerse, bunun sonucunda hem Türkiye, hem de batı büyük zarar görecektir. Kökten dinci hareket mevzilerini hızla genişletmektedir. Bu durum devam ettikçe,  ne aleviler, ne toplumun çağdaş kesimleri ve ne de batı bu yükselen islam bağnazlığı  dalgasının önüne geçebilecektir.

Bu gün batıda önemli bir ölçüde İslam korkusu var. Aynı ölçüde de İslam dünyasında batıya karşı gelişen bir karşı duygu var. Elbette, karşılıklı duyarsızlıkdan doğan bir ülkede şahlanan kin ve nefret karşı ülkedeki kin ve nefreti tetikler.

İşte benim kişisel izlenimlerim:
Batı gelişen olayları kuşkusuz  yakından izlemektedir. Korku ve diğer başka nedenlerle Türkiye’yi Avrupadan uzak tutmak istemeleri sonuçta AKP’nin işine yarayacaktır.Batı Türkiyede bulunan 25 milyon Alevi ve suskun laik çoğunluğun varlığını görmezlikden gelmeye ısrarla devam etmektedir. Buda sağ duyunun yerine gizemli neo-batı politikasının üstün geldiğinin bir örneğidir. Bu şekildeki Türkiye’ye soğuk omuz göstermekle mevcut iktidar hükümetine AKP yardım edip Türkiye’yi batıdan uzak tutmaya yarayacaktır. Böylece Türkiye’yi Arap ülkeleri saflarına çekebilmesi için bir ortam hazırlayacaktır. Elbette, bu durumda da 467 yıldan buyana süre gelen Osmanlı idealini yaşatma politikasının işine yaracaktır.

Kısaca, Türkiye hükmetin buyurduğu gibi %98 İslam toplumu olmayan bir ülkedir. Asimile olmuş ve kendisin Alevi olarak tanımlayan 25 milyon bir kitle Türkiye nüfusunun %35’i oluşturuyor.
 
Üstelik,  çağdaş, laik ve demokrat suskun yazar ve bilim adamlarıda bu yüzdeye dahil edilemez. Bunların da orantısını %25 olarak alacak olursak geriye ancak %40’lık bir oran kalıyor, işte onlar devletin söylediği gibi Arap etkisinde kalmış İslamdır. Anlamadan duasını yapan, amacını bilmeden orucunu tutan bir şartlanmış toplumdur müslüman. 

Öyleyse hemen şu soruyu soralım
Türkiye’deki bilim dünyası, yazarlar ve duyarlı insanlar akıl fakirliğimi yaşıyorlar
Küresel barışın bayrağını çeken batı ülkeleri, akıl ötesi zekalarını kullanarak  Neo-liberal Hristiyan klübü oluşturmak için mi çaba harcıyorlar?
Bence, iki tarafda farklı görünselerde aynı tehlikeyle yüz yüzedilerler, bir taraf daha güvenli diğer taraf tehlikeyle boğuşan değil, tam aksine iki tarafda tehkliye çanak tutuklarının farkında bile değiller.

Hele hele, Avustralya gibi gelişmiş ülke bile Türkiye’de laik düzeni değiştirmek isteyen Fetullah Gülen ve yeşil sermayeye bağlı kurum ve kuruşluşların Avustralya’da kök salmasına göz yumup, girişimlerinin altında yatan 50 yıl sonraki hayallerine bakmayacak kadar cahilhane davranmaları ve bizim gibi vergi ödeyen insanların paralarından bu kuruluşlar ayakta kalabilmeleri için para ayırmaları,  hem bu ülkede yaşayan çağdaş düsünce savunucuları, demokrat isanları, Alevi toplumunu hem, Avustralya bilim kurumlarını hemde Türkiye’de bu tür girisimlere senelerce gögüs geren Alevi toplumunu yürekden yaralayacaktır.

Avustralya bu durumda, Türkiye’nin düzenini değiştirmeye çalışan hemde  kendisine 50 yıl sonra büyük .çapda muahalefet olacak bir örgütün kökleşmesiyle bir derecede kendi düşmanını beslemkeden öteye gidecek değildir.

Öyleyse, Avrupa Türkiye’yi kutacaklayıp Alevi toplumunun hoşgörüsünü 16. yy’da olduğu gibi batıyada götürülmesini istiyorsa, Ortadoğuda dökülen masum insan kanına çözüm bulup barış istiyorsa, Türkiye’yi Avrupa Birliğine kabul etmek zorundadır. Aksi halde neo-liberal hristiyan klübü olmaktan ileriye gidemez. AKP istediği gibi Türkiye’yi Arap ülkelerine kaydırmakla, bu politikanın faturası hem Avrupa Birliği hemde Türkiye için çok ağır olacaktır.

Yukardaki yorum Türkiye’ye farklı bir pencereden bakan bir gereçekdir
ve yalnız Veyis Haydardedeoğlu’nun görüşlerini yansıtmaktadır.